Ümran Avcı – Biri ‘canlılara mesafeli, ölülerden çekincesiz’, derdini unutmak için doğaya sığınıp yerinden kalkamayan ağabey, diğeri metropol yaşamındaki deli fişek, yerinde duramayan kardeşi… Başar Başarır imzalı “Dünyanın Bütün Fıstıkları”nda hem Dağyüzü köyünde buluşan ağabey-kardeşin yüzleşmesi ve çekişmesi hem de insanın doğaya zulmü anlatılıyor. Güzelim köyün kepçeye teslim edilip canım ağaçların kesilmesiyle önce kuşlar susuyor, sonra doğanın intikamı başlıyor… Ee ne de olsa Başarır’ın hikâyedeki deyişiyle; tabiatın kanunu şaşmaz! Başarır; “Tabiat anaya hiçbir şey olmaz. Korkarım tabiatın bir sonraki düzeltmesinde sağ kalacak türler listesinde kendimize yer bulamayacağız” diyor.
Çevre konusunu önceleyen, dert edinen bir roman “Dünyanın Bütün Fıstıkları”… Taş ocağı için ağaçların kesilmesi, ağaç katliamı sonrası doğanın intikamını alması… “Taş Devri yeniden başladı” sözü mesela günümüzün gerçeğini ne güzel özetliyor.
Aslında insanın insana ettiğidir söz konusu olan. Çevre diyoruz ya doğayı, tabiat anayı kastederek ve hatta ‘doğayı korumak’ gibi bir nosyonumuz var… Ben de diyorum ki siz önce kendinizi koruyun. Tabiat anaya hiçbir şey olmaz. İnsana olur. İnsan taş devrine geri dönmek zorunda kalabilir. Ki bu iyi ihtimaldir. ‘Homo Sapiens’in mevcut ekosisteme uyumlu yaşayamadığı bu kadar belliyken korkarım tabiatın bir sonraki düzeltmesinde sağ kalacak türler listesinde kendimize yer bulamayacağız. Dünya dönmeye devam edecek, üstünde biz olmayacağız.
Romandaki kadın dili çok başarılı. Vildan karakteri üzerinden kadın duygusu ve hassasiyeti öyle ince ince verilmiş ki. Yazarın ismi bilinmese bir kadının kaleminden çıkmış diyebilirdim.
Edebiyatı bu yüzden seviyoruz işte! Olmadığımız kişileri de düşünüp onları anlayabilmek, onların yerine kendimizi koymaya cesaret edebilmek için.
Kadına yönelik erkek şiddeti de yer bulmuş romanda. Tina Turner’in eski eşi gitarist Ike tarafından fiziksel şiddete uğrayıp çene kemiğinin kırılması üzerinden ele almışsınız meseleyi. Ki bu da konunun evrensel bir yara olduğunu göstermek açısından çok anlamlı.
Yazarken yaklaşımım ‘konuları ele almak’ biçiminde değil. Daha çok içimde yer eden, inanmakta güçlük çektiğim şeyleri paylaşıyorum muhayyel okurumla. Tina Turner gibi güçlü, tepeden tırnağa karizma bir sanatçının evde kocasından dayak yemesi, bir şarkıcının hayattaki en önemli varlığı olan sesine kastedilmesi (adam kadının çenesini kırmış, bu nasıl bir vahşettir) beni hep ürpertmiştir. İnsanlardan, özellikle erkeklerden korkulur, vesselam.
Meryem Ana karakteri üzerinden otacılık, şifacılık üzerine o kadar bilgi var ki. Epey çalışılmış sanırım.
Yerel söylenişiyle ‘parpıcılık’ günümüzde yaşatılan bir gelenek. Ancak bu köyler ekonomik olarak değilse de sosyal açıdan dışa kapalı yaşıyor. Hele böyle norm dışı uğraşları, işte şifa tüneli gibi uygulamaları falan yabana asla söylemiyor, göstermiyorlar. Muhtemelen geçmişte iyi niyetlerinin kurbanı olmuşlar. Haklılar yani. Neyse ki sosyal bilim külliyatımız yeterince gelişmiş. Ben de oturdum, okudum, araştırdım. Vallahi çok çalıştım.
‘Dilin eksiği, çürüğü yoktur’
Romanda reklam dilindeki evrimden de söz ediyorsunuz. Eski zamanlardaki terbiyeli, çekingen, utangaç reklam metinlerinin yavaş yavaş arsızlaştığından yakınılıyor romanda.
Karakterlerden biri, Aksel açıyor konuyu. Ancak argümanları çok havada. Üstelik kendini de ihbar ediyor, şikâyet ettiği olumsuz değişimin aracılarından biri bizzat kendisi çünkü. Ben yazarken vurgunun daha çok bu çelişkide olduğunu düşünmüştüm. Aksel’in çelişkilerle dolu dünyasının bir başka dışavurumuydu benim için.
Dilimize, o eşsiz hazineye gelecek olursak, ben Türkçenin her hâlini severim. Bozulmuş, yanlış, eksik hatta saçma söylenişleri bile sempatiyle karşılar, bunlara bir sanat eseri muamelesi yaparım. Dil bir aracıysa eğer, iletişime hizmet ediyorsa, bilgiyi ve duyguyu taşıyan bir vasıta olarak insanlar arası köprüler kuruyorsa, o hâlde dilin bir yanlışı, eksiği, çürüğü yoktur. Bir sarmaşık nasıl her yöne ilerlerse, dil de öyle yürür. Yeter ki maksat hasıl olsun.